Günümüzde vergi tarhı konusunda en yaygın usul, beyan esasıdır. Çünkü çağdaş vergiciliğin temel ilkelerinden birisi, verginin, mükellefin vereceği bilgilere göre belirlenmesi ve alınmasıdır. Türk vergi sistemi de genel olarak beyan esasına dayanmaktadır. Türk vergi sisteminin beyan esasına dayalı olması kayıt ve belge düzenine uyulmasını ve dolayısıyla usul kurallarına uygun bir şekilde defter tutulmasını zorunlu kılmaktadır. Mükellefiyet ve vergilendirmeye ilişkin kuralları düzenleyen 213 sayılı Vergi Usul Kanunu,* 1 özellikle usule ilişkin hükümlerin ihlali durumunda uygulanacak müeyyideleri de açıkça belirtmiştir. Nitekim Kanun, usulen uyulmasını zorunlu kıldığı kimi şekil şartlarının ihlal edilmesi durumunda, bu kuralları vergi düzeni açısından arz ettiği önem ölçüsünde farklı şekilde derecelendirerek genel ve özel usulsüzlük şeklinde ayrıma gitmiş ve yaptığı bu sınıflandırmaya göre de değişen tutarlarda parasal vergi cezaları öngörmüştür. Vergi Usul Kanununda mükelleflerin temel ödevlerinden biri olarak belirlenen usul kurallarından biri de, defter tutma ile ilgili hükümlerdir.
Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı, son yıllarda vergi kayıp ve kaçağını önlemek adına, finansmanı Avrupa Birliğince sağlanan proje ile bilgi işlem altyapısındaki iyileştirmelerine paralel olarak, veri toplamada ve bunların analizinde de önemli mesafeler kat etmiştir. İdare kayıt dışılıkla mücadele için bilgi işlem altyapısından maksimum faydayı sağlamak adına öncelikle işe ''Risk Yönetim Sistemi'' ve "Risk Yönetim Birimi" kurarak başlamıştır. Söz konusu sistem kullanılarak, risk yönetim birimleri tarafından mükelleflerin risk profilleri çıkartılmaya başlanmış, mükelleflerden alınan Ba ve Bs formları ile de kayıt dışı ekonomiyi önlemede detaylı veriler toplanmış ve böylece riskli mükellefler daha isabetli tespit edilebilir hale gelmiştir. Katma Değer Vergisi mükelleflerinin beyanlarının oto-kontrolüne imkân verecek olan Ba-Bs formları, 2008 yılı Nisan ayına kadar yıllık olarak alınmaktayken, bu aydan itibaren aylık olarak alınması kararlaştırılmış ancak uygulama 5 Kasım 2008 tarihine kadar ertelenmiştir. Bu tarihten itibaren aylık olarak alınan bu formlar sayesinde mükelleflerin mal alım ve satımları ile KDV beyanlarının çapraz kontrole tabi tutulabilmesine imkân tanınmıştır.
Bilindiği üzere 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun* 1 37. maddesi hükmü uyarınca, amme alacakları hususi kanunlarında belli edilen zamanlarda ödenir. Hususi kanunlarında ödeme zamanı tespit edilmemiş amme alacakları Maliye Bakanlığınca belirtilecek usule göre yapılacak tebliğden itibaren bir ay içinde ödenir. Bu ödeme müddetinin son günü amme alacağının vadesi günüdür. Amme borçlusu isterse borcunu belli zamanlardan önce ödeyebilir. Hususi kanunlarında ödeme yeri gösterilmemiş amme alacakları, borçlunun ikametgâhının bulunduğu yer tahsil dairesine ödenir. Hususi kanunlarında ödeme yeri gösterilmiş olsun olmasın borçlunun alacaklı tahsil dairesindeki hesabı bildirmek şartıyla bu yerin belediye sınırları dışındaki tahsil dairelerine de ödeme yapılabilir. Amme alacağının ödendiği, yetkili ve sorumlu memurlar tarafından verilen makbuzlar ile tahsil daireleri, bankalar veya postaneler tarafından vergi cüzdanlarına yazılarak, imzalanıp mühürlenen tahsile ait kayıtlarla ispat olunabilir.
Bu yazımızda mevzuatımızda yer alan faturanın özellikleri ve kullanım alanlarından bahsedilerek proforma fatura ile arasındaki farklar değerlendirilecektir.
Toplumda huzur ve güvenin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi, adalet duygusunun yerleşmesinin sağlanması ve suçluların ıslah edilerek tekrar topluma kazandırılması, suç ve ceza politikasının en önemli amaçlarıdır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi için suç işleyen kişilere çeşitli yaptırımlar uygulanmaktadır. Diğer bir ifade ile toplum düzeninin yerleşmesi ve karmaşa oluşmaması için kurallar tesis eden devletler, bunlara uymayanlara cezalar öngörerek kurallarının uygulamasının yerleşmesini ve uygulama alanını genişletmek isterler. Ancak, her insan aynı karakterde olmadığı gibi her suçlu da aynı kişilik yapısına sahip değildir. Bazı suçlular, işlemiş oldukları suçun cezasını çektikten sonra ıslah olmakta ve bir daha suç işlememek için gayret içine girmekteyken; bazı suçlular, verilen cezayla ıslah olmamakta, yeni suçlar işlemeye devam etmektedir. İşte böyle suçlular için öngörülmüş olan ve normal cezalarla ıslah olmayan suçlularla mücadele etmek için ceza hukukunda farklı suç politikası araçları geliştirilmiştir. Bu suç politikası araçlarından biri de tekerrür uygulamasıdır.
Reklamasyon kavramına ilişkin olarak vergi mevzuatında herhangi bir tanımlama yoktur. Genel kabul gören tariflere göre reklamasyon, bir malın satılmasından sonra o malın istenen niteliklere uygun olmaması, malın zamanında alıcıya ulaşamaması nedeniyle alıcıda maddi kayıp oluşması ve benzeri nedenlerle alıcının satıcıdan kaybının telafisi için talep ettiği bedel olarak tanımlanabilir.1 Reklamasyon, satışa konu malın veya ifa edilen hizmetin istenilen kalitede olmaması veya kusurlu olması nedeniyle ortaya çıkan bir uygulamadır. Diğer bir ifade ile reklamasyon, satılan bir malın kalitesindeki bozukluktan dolayı karşı firmanın (alıcının) malı iade etmeyerek telafi edici bir fatura kesmesidir. Bir diğer tanıma göre reklamasyon, satılan malların istenilen kalitede olmadığının anlaşılması halinde, bedel alınmaksızın yenisiyle değiştirilmesidir. Özellikle yurt dışına yapılan satışlarda, malın iadesi ve yerine yenisinin verilmesi ekonomik olmadığı için, bozuk mallar geri alınmaksızın yerine bedelsiz olarak başka mallar gönderilebilmektedir. Çoğu zaman yabancı firmalar, başka malların gönderilmesini de tercih etmeyerek, evsafa uygun olmayan mallar için eksik ödeme yapmakta veya yaptıkları ödemenin bir kısmını geri istemektedirler. Günümüzde reklamasyon uygulamasına özellikle tekstil sektöründe rastlanmaktadır. Reklamas- yonun en önemli özelliği, istenilen kalitede olmayan malın iadesinin her zaman için mümkün ve ekonomik olmaması nedeniyle malın bedelinde yapılan bir indirim olmasıdır. Bu durumda reklamasyon uygulamasında malın iade edilmesi söz konusu değildir.
Bilindiği üzere hukuki anlamda alacak, borçlu açısından bir edimin yerine getirilmesi görevidir. Alacak, Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından, "Bir paranın ödenmesi, bir malın teslimi veya bir işin görülmesini karşı taraftan isteme hakkı; alınması gerekli şey; bir hesap gereğince daha alınmamış olan para, mal vb. şey, matlup, verecek karşıtı" olarak tanımlanmaktadır. Vergi kanunları açısından ise alacak, vergiyi doğuran olayla yakından ilgilidir. Vergi alacağı, vergi kanunlarının vergiyi bağladıkları olayın vukuu veya hukuki durumun tekemmülü ile doğar. Vergi alacağı mükellef bakımından vergi borcunu teşkil eder. Şüpheli alacak ise, bir alacağın tahsil edilmesinin kuşkulu olması, çeşitli nedenlerle bir alacağın tahsil imkânında bazı belirsizliklerin ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifade ile şüpheli alacak, işletmenin alacakları arasında bulunan fakat çeşitli sebeplerle tahsil edilme şansı çok az olan alacaklardır. Kısaca vadesinde tahsil edilemeyen ve ileride tahsil edilip edilemeyeceği kuşkulu olan senetli veya senetsiz alacaklar şüpheli alacaktır.
Dünya ekonomi tarihi, uluslararası ödeme sistemleri açısından dört ayrı döneme ayrılabilir. Bunlardan birincisi; 1870-1930 Klasik Altın Standardı Dönemi ya da Altın Para Çağıdır. Bu dönem, doğal altın madeninin bol ve revaçta olduğu geniş bir zaman dilimini kapsar. Bazı bilim adamları bu dönemi, 1815-1913 olarak belirtirler.1 İkincisi; 1930-1944 Dönemi (Belirli bir uluslar arası para sisteminin olmadığı "Buhran Dönemedir). Üçüncüsü; 1944-1973 yılları arasında uygulanan sabit kurlu2 3 Bretton Woods Sistemidir. Dördüncüsü ise, sanayileşmiş ülkelerin, ulusal paralarını dolar karşısında dalgalanmaya bırakmaları sonucu sabit kurlu Bretton Woods Sistemi'nin sona ermesiyle başlayan "Karma Uygulamalar Dönemi" diyebileceğimiz ve halen içinde bulunduğumuz dönemdir.
Bu çalışmamızda, bu ilkelerden vergilemede adalet, eşitlik ve ödeme gücü ilkeleri üzerinde kısaca durulacak, sonra Anayasa Mahkemesinin menkul kıymetler ve diğer sermaye piyasası araçlarından elde edilen gelirlerin vergilendirilmesine ilişkin kararının içeriğine değinilecek ve bu kararın bu ilkeler açısından değerlendirilmesine çalışılacaktır.
Vergi reforma çerçevesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nde 09.04.2003 tarihinde kabul edilen ve 24.04.2003 tarih ve 25088 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4842 sayılı Kanunla (Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun) vergi kanunlarında önemli değişiklikler yapılmıştır. Gerekçesinde de belirtildiği gibi, 4842 sayılı Kanun; - Vergi sistemini daha basit ve anlaşılabilir hale getirmek, - Vergi yükünü hafifletmek, - Vergileme ile ilgili yükümlülükleri azaltmak, - Mükellef ve vergi idaresinin bürokratik iş ve işlemlerini azaltmak amacıyla çıkarılmıştır . Bu yazımızda bir çok vergi kanununda olduğu gibi Gelir Vergisi Kanunu'nda da önemli yenilikler getiren bu Kanun ile yatırım indirimi ve istisna kazanç tevkifatında yapılan değişiklikler ele alınacaktır.